28 Şub 2015
Bir makina düşünün; 24 saat hiç durmadan çalışıyor. Dinlenmesi gerektiği zamanlarda tamamen durmuyor, rölantiye alıp, kullandığı enerjiyi minumuma indiriyor. Öyle bir kurulmuş ki sürekli otomatik pilotta. En küçük bir birimine zarar gelse bütün sistem alarma geçip oraya odaklanıyor ve onarmaya çalışıyor. Çok cüzi miktarlarda organik yakıtlardan, maksimum verimlilikle, müthiş bir enerji üretiyor ve birimlerine ihtiyacı olan kadar gönderiyor. Evet bu muhteşem makina bedenimiz. Öyle muazzam bir mühendislik harikası ki yüzyıllardır tıp alimleri bu makinanın sırlarını çözmeye çalışıyorlar. Organların işleyişi, damar ve sinir ağları ile tüm vücudun her biriminin birbirinden haberdar ve alakalı olması, beynin muhteşem bir şekilde işleyişi... insanı hayrette bırakacak derecede kolaylıkla ve öyle sessizce vuku buluyor ki bu bedenin içinde yaşadığımız halde bizim bile içerideki faaliyetlerin çoğundan haberimiz yok! Çok şükür ki yok, düşünsenize bedenimizin içindeki işleyiş şu anda olduğu gibi otomatik olarak değilde bizim insiyatifimize bağlı olarak gerçekleşseydi; yediğimiz bir elma bile bizim için çok büyük bir iş olacaktı; haydi bakalım ağzım, şimdi elmayı çiğne ve yut, midem, sen şu şu enzimleri salgıla bu elmayı hazmet, bağırsağım, sen bu elmadaki şu vitaminleri kana karıştır, şu mineralleri karaciğere gönder, depolasın vs, vs... Ama koca bir kimya fabrikasının ancak yapabileceği bu işleri bedenimiz bizim bile haberimiz olmadan sessizce hallediveriyor. Hergün yiyip-içtiğimiz onlarca gıda maddesi -bizim ağzımıza atıp çiğnememizden başka hiçbir dahlimiz olmadan- işlenir. Bir şeyi görmek için sadece gözümüzü o tarafa çevirip bakmamız yeterlidir, görmenin gerçekleşmesi için gözün içinde ve beyinde bir kameranın işleyişinden daha karmaşık faaliyetler olur, biz farketmeyiz bile. Hasta olduğumuzda sadece ateşimizin çıktığını biliyoruz, içerde antikorlarlar ve mikroplar arasında yaşanan mücadeleden bihaberiz. Bir yerimiz küçük bir yara aldığında biz sadece acısını duyarız, oysa yaralanan yer hemen karantinaya alınır, kan pıhtılaşıp kankaybı en aza indirilmeye çalışılır, -aynen inşaatlardaki koruma duvarı gibi- yaranın üzerine bir kabuk örülmeye başlar, o bölgeye yeni doku yapımı için malzeme sevkiyatı başlar ve içeride onarım faaliyetleri yürür. Her tablo bir ressamı, her bina bir inşa edeni hatırlattığı gibi vücudumuz da kendisini inşa eden bir San'atkarın varlığına delalet eder. Bize bu bedeni ve bu maddi bedenle birlikte akıl, düşünce, sevgi, merak gibi pek çok latifeyi veren San'atkar, kendini bize bildirmenin şifrelerinide içimize koymuş. Kalbini dinlemeyi, aklını kullanmayı unutmamış, hislerini köreltmemiş her insan yaratıcısına giden bir yol mutlaka bulur, bunu içinin derinliklerinde hisseder. Hepimiz için hayatımızın bir bölümünde kendimizi gerçekten çaresiz hissettiğimiz anlar olmuştur. Belki bir asansör kabininde mahsur kalıp, sesimizi kimseye duyuramadığımızda, belki türbülansa girmiş bir uçakta çaresizliğinize kimsenin el uzatamayacağı bir durumda, belki bir deprem anında... Ama hiçbir canlıdan medet umamayacağımız böyle durumlarda bile kalbimiz bomboş değildir, yanlız olmadığımızı bize en kuvvetli bir şekilde hissettirir. Hatta kalp, sığınması gereken asıl kudrete öyle zamanlarda tam bir samimiyetle iltica eder. Çünkü gaflet perdesinin kalktığı bu kırılma noktaları kalbi tamamen özgür bırakmış ve rotasını hemen buldurmuştur. Kalp, vicdanın nezaretinde, akıl ile koordineli çalışararak bu rotayı her zaman tespit edebilecek kapasiteyi bulabilir. Yeter ki bakma basamağından, biraz olsun görme basamağına çıkmaya çalışalım. Kainat muazzam bir kitap olarak önümüze açılmış, sadece bakan değil görmeye çalışan gözler ve kalpler tarafından okunmayı bekliyor.